İslamcılar, her hususta olduğu gibi, hoşgörü ve insan sevgisi konularında da İslam şeriatının “en mükemmel” bir din olduğunu öne sürerler. Oysa söyledikleri gerçekdışıdır. Onların bu yalanlarını ortaya vurmak üzere şu birkaç soruya göz atalım.
Soru: “İslam dininin Tanrı katında tek gerçek din olduğunu, İslamdan başka geçerli din olmadığını, Yahudiliğin ya da Hıristiyanlığın ‘saptırılmış’ (‘tahrif’ edilmiş) dinler olduğunu öngören buyrukları hoşgörü anlayışıyla bağdaştırır mısınız?”
Eğer bu soruya “Hayır’ böyle bir iddiayı hoşgörü ilkeleriyle bağdaştıramam” derseniz, İslama ters düşmüş olur ve dolayısıyla Müslümanlık sınavından kötü not alırsınız. Çünkü Muhammed’in söylemesine göre İslam dini, Tanrı’nın yarattığı tek dindir ve Tanrı bu dini, kendi katında gerçek ve geçerli olmak üzere yarattığını bildirmek üzere:
“Bugün size dininizi bütünledim...din olarak sizin için İslamiyeti beğendim.” (Maide Suresi, ayet 3; Nur Suresi, ayet 55.) demiş ve şunu eklemiştir: "Kuşkusuz Tanrı katında ‘din’ sadece İslamdır.” (Al-i İmran Suresi, ayet 19-20.)
Daha başka bir deyimle İslam dini, Tanrı’nın benimsediği tek gerçek dindir. Diğer dinlerden hiçbiri gerçek din değildir ve hiçbirinin Tanrı katında yeri yoktur. Bundan dolayıdır ki, Tanrı güya bütün insanların dünyaya Müslüman olarak geldiklerini anlatmak üzere Muhammed’e şunu ilham etmiştir:
“Her doğan çocuk muhakkak İslam fıtratı üzerine doğar; sonra anasıyla babası onu Yahudi ya da Nasrani (Hıristiyan) ya da Mecusi yaparlar...Allah’ın yarattığı bu İslam ve tevhid seciyesini (Tanrı birliği fikrini) şirk ile (Tanrı’ya eş koşmakla) değiştirmek uygun değildir. Bu İslam ve tevhid dini, en doğru bir dindir.”
Güya Tanrı, İslamdan başka gerçek din olmadığını anlatmak üzere;
“Tanrı katında din, kuşkusuz, yalnızca İslamdır...”(Al-i İmran Suresi, ayet 19.) derken, İslamı koruması altına aldığını da anımsatmıştır. Güya Tanrı katında doğruluk kılavuzu olan tek din İslamdır ve Tanrı bu dini, bütün dinlere üstün olmak üzere göndermiş ve şöyle demiştir: “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamber’ini Kur’an ve hak din (İslam dini) ile gönderen O’dur (Tanrı’dır).” (Fetih Suresi, ayet 28.)
“Tanrı O’dur ki, Peygamberi’ni doğruluk kılavuzu ve hak din olarak gönderdi: ‘dinlerin tümüne üstün kılsın’diye...” (Tevbe Suresi, ayet 9; En’am Suresi, ayet 161; Yunus Suresi, ayet 105.)
Ve yine Muhammed’in söylemesine göre Tanrı, yeryüzünde tek din olarak İslam kalana kadar kafirlerle savaşmak gerektiğini bildirmiş, şöyle demiştir:
“Ve savaşın onlarla! Ayrılık-kargaşa (fitne) ortadan kalkana ve din tümüyle yalnızca Tanrı’nın dini olarak kalana (yani İslamdan başkası kalmayana) dek...” (Enfal Suresi, ayet 39; Bakara Suresi, ayet 193.)
Yine Muhammed’in söylemesine göre Yahudilik ve Hıristiyanlık, İslamın “saptırılmış” (“tahrif” edilmiş) şeklidir. Güya Tanrı Yahudilere ve Hıristiyanlara, İslam dinini vermek üzere Müslüman peygamberler göndermiştir. Güya İbrahim, ilk olarak Müslümanlıkla emrolunmuş olan peygamberdir. Güya İbrahim’den bu yana bütün peygamberler (Musa, Davud, Süleyman vb. ve İsa) hep Müslüman olarak gönderilmiştir. Güya Tanrı onlara, İslami kuralları içeren kitaplar (Tevrat ve İncil) vermiştir. Güya Yahudiler ve Hıristiyanlar, kendilerine gönderilen peygamberleri alaya almışlar ve kendilerine indirilen kitapları değiştirmişler, bu nedenle kafir olmuşlardır.1
Ve yine Muhammed’in söylemesine göre, bundan dolayıdır İslamdan başka bir din aramak doğru değildir, sapıklıktır ve her kim başka bir dine yönelirse kaybedenlerden olacak, cehennemi boylayacaktır.
“...İslamdan başka dinlere rağbet edenler tam bir ziyan içindedirler...” (Al-i İmran Suresi, ayet 85.)
Görülüyor ki, bu konuda Müslümanlık sınavını kazanabilmek için, İslamdan başka gerçek bir din olmadığına ve başka bir dine yönelenlerin kafir sayılacaklarına inanmanız gerekmektedir.
Soru: “İslamdan başka din ve inançta olanları (örneğin Yahudileri ve Hıristiyanları) aşağılayan, hakir gören, cehennemlik bilen şeriat buyruklarını hoşgörü anlayışıyla bağdaştırabilir misiniz?”
TC devletinin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz Efendi’ye soruyorlar: “Edison gibi insanlığa büyük hizmetler etmiş kişilerin ahiretteki durumu ne olacaktır?”
Böyle bir soru size sorulmuş olsa ne dersiniz? Çağdaş zihniyete yönelik ve bu sayede insanları din, inanç vs. gibi ayrılıklara bakmadan, sadece “insan” varlığı niteliğiyle değerlendirebilecek seviyeye erişmiş bir kimse olarak, muhtemelen şu tür bir karşılık verirdiniz: “İnsanlığa hizmette bulunan (hatta bulunmasa bile ahlakilik, dürüstlük, insanseverlik ve yardımseverlik örneği) her insanın gideceği yer cennet olmalıdır. (Eğer cennet diye bir yer var ise!)”
Evet böyle derdiniz, çünkü “yüce” olduğunu kabul ettiğiniz bir Tanrı’nın, kendi yarattığı insanları, amellerinin (eylemlerinin) imana dayalı olmasına göre değil, erdemlilik ve insanlığa yararlılık kıstasına göre değerlendirmesinin doğal olduğunu düşünürdünüz. Ve yine düşünürdünüz ki, insanlığa hizmette bulunmuş ve erdemlik (fazilet) örneği gösteren kimseleri, İslamdan başka inanca bağlıdırlar diye cehennemlik saymak demek, “Tanrı” fikrini zedelemek olur ve bu da ancak “imancılığı”, akılcılığın üstünde görenlerin harcıdır; oysa çağdaş uygarlık, herkesin bildiği gibi, akılcılığın üstünlüğü sayesinde elde edilebilmiştir ve akılcı düşünceye sahip bir insan, din ve inanç farkına göre insanları değerler terazisine vurmaz.
Şimdi geliniz birlikte, Diyanet İşleri Başkanı’nın, Hıristiyan asıllı Edison’un öbür dünyadaki durumu konusundaki soruya verdiği cevabı okuyalım:
“Bu grup mucit kişiler hizmetlerinin karşılığını dünyada itibar, şöhret ve imkanlar görerek zaten alıyorlar. Ahiret yurdunda ebedi mutluluk ise müminler için vaat edilmiştir. Ancak kabiliyetlerine rağmen, gerçek dine ve tevhid inancına erişemeyen mucit ve zeki kişilerin durumu üzüntü vericidir...”2
Evet bu sözler, hoşgörüden, insanilikten,erdemlikten (faziletten) vs. söz eden ve halkımızı din verileriyle eğitmekle övünen bir kimsenin ağzından çıkmakta. Görülüyor ki Diyanet Başkanı, Edison’un insanlığa büyük hizmette bulunduğunu kabul etmekle beraber, Müslüman olmayarak öldüğü için onun “ahiret yurduna” alınmadığını (yani cehenneme atıldığını), bildirmekte ve İslama erişemeyen “mucit ve zeki” kişilerin durumlarının (cennete giremeyecekleri için) “üzüntü verici” bulunduğunu eklemekte. Hemen ekleyelim ki, bu gerici zihniyet sadece ona değil, tüm İslamcılara özgü bir şeydir. Ne var ki, bu sözleri cami imamlarından biri söylemiş olsa, belki göz ardı etmek mümkündür diye düşünebilirsiniz. Fakat konuşan kişi, laik TC devletinin, Anayasal kuruluşlarından birinin başkanı; tutum ve davranışlarıyla ve davranışlarıyla ve konuşmalarıyla, bir bakıma devleti sorumluluk altına sokabilecek bir kimse.
Hemen belirteyim ki, Diyanet Başkanı’nın, yukarıda “gerçek din” deyimiyle anlatmak istediği şey “Müslümanlar”dır. Çünkü başında bulunduğu kuruluş, halkımıza İslami buyrukları belletir. Biraz önce değindiğimiz gibi, bu buyruklar arasında:”...İslamdan başka bir dine yönelenler sapıktırlar” şeklindeki hükümlerden tutunuz da, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinin “gerçek din” sayılmadığına, çünkü Yahudilerin ve Hıristiyanların, daha önce kendilerine verilmiş olan kitapları (Tevrat ve İncil) tahrif ettiklerine, kendilerine gönderilen peygamberleri alaya aldıklarına ya da bir kısmını öldürmeye teşebbüs edip, bir kısmını da (örneğin Uzayr’ı ya da İsa’yı) Tanrı’nın oğlu olarak kabul etmekle “kafir”liği seçtiklerine, Muhammed’i ve Kur’an’ı inkar etmekle cehennem ateşini tercih ettiklerine ve kurtuluşa çıkabilmelerinin ancak İslama girmekle mümkün olduğuna, bunu yapmadıkları takdirde “cizye”, (yani “kafa parası”) vermelerine kadar onlara savaş açmak gerektiğine, “cizye” denen şeyin “Müslümanlığı kabul etmemelerinin cezası” anlamına geldiğine ve onları dost edinmenin “kafirlik” sayılacağına dair ve bu doğrultuda daha nice hükümler vardır. Böyle olduğu içindir ki, başta Diyanet İşleri olmak üzere tüm mollalarımız, şimdi kendilerinin de yararlandıkları uygarlığı yaratan (ve sadece bilimsel bakımdan değil, ahlakiyat bakımından da emsalsiz ve rakipsiz) nice bilgin ve düşünürü, sırf “Müslüman” değillerdir diye cehennemlik bilirler ve insanlarımızı da farklı din ve inançtakilere karşı “cihat” duygularıyla yetiştirirler.
Ve işte bu hamurla yoğurulmuş yurttaşlarımızın pek çoğunun bilinç altında yatan şey “kafirlere” karşı bitmeyen bir düşmanlıktır ve bu düşmanlık, İslamcıların çabalarıyla her gün biraz daha bu ülkeyi çağdışılıklara itmektedir. Bundan dolayıdır ki insanlarımız, ekmek parası kazanmak ve biraz daha rahat yaşamak üzere gittikleri Batı ülkelerinde, o ülkelerin gelenek, zihniyet ve kültürlerine varıncaya kadar ne varsa, her şeylerine karşı yabancılıktan ve düşmanlıktan kurtulamazlar. “Kafir”lere karşı böylesine sınırsız düşmanlık duygularıyla oluşturulmakta bulunan bir toplumun, Avrupa Birliği’ne girmesi nasıl mümkün olur, bilinmez! Fakat şu muhakkak ki, halkımızı akılcı eğitimle yoğurup insanlar arası sevgi ve hoşgörü anlayışına ulaştırmadıkça, devamlı şekilde ve sınırsız bir süratle gelişmekte olan uygarlığa ayak uydurmamız mümkün olamayacaktır.
Tekrarlamak pahasına da olsa şu hususları anımsatmam yararlı olacaktır:
İslam şeriatı, Müslüman olmayanları hakir gören, küçülten, cehennemlik bilen buyruklarla doludur. Kur’an’ın Eleştirisi (üç cilt), İslama Göre Diğer Dinler ve Kur’an’daki Kitaplılar adlı kitaplarımda bunları sergilemeye çalıştım. Özet olarak bazılarını belirtmek isterim:
Nisa Suresi’nde, Kur’an’a inanmayanların, kafirlerin, cehennemi boylayacaklarına dair şu var: “Ayetlerimize inanmayanları Cehennem ateşine atacağız. Orada derilerinin her yanıp dökülüşünde, başka derilerle değiştireceğiz. Azabı (işkenceyi) daha iyi tatsınlar diye...” (Nisa Suresi, ayet 56.)
Hicr Suresi’nde, cehennemin yedi kapısı olduğu ve her bir kapının kafirlerden belli bir kesime ait bulunduğu yazılı:
“Ve kuşkusuz Cehennem, onların hepsinin toplanacağı bir yerdir. O Cehennem’in yedi kapısı vardır. Her bir kapının onlardan bir kesime düşen bir bölümü bulunur.” (Hicr Suresi, ayet 43-44.)
Ayeti yorumlayanlara göre bu bölümlerden birincisine “inanırların günahkarları” alınacaktır. İkinci bölüme Hıristiyanlar, üçüncü bölüme Yahudiler, dördüncü bölüme Saabiler, beşinci bölüme Mecusiler (ateşe tapanlar), altıncı bölüme puta tapanlar, yedinci bölüme de münafıklar gireceklerdir.3
Al-i İmran Suresi’nde Yahudilerle Hıristiyanların alınlarına zillet damgası vurulduğu vee Müslüman olmaları halinde bu zilletten kurtulabilecekleri yazılı:
“Onlar (Yahudiler ve Hıristiyanlar) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, alınlarına vurulan zillet damgasından kurtulacakları yoktur. Meğer ki, Allah’ın dinine vee Müslümanların yoluna girmiş olsunlar.” (Al-i İmran Suresi, ayet 112.)
Yine Kur’an’da, Yahudilere daha önce İbrahim, Musa, Davud vb. ve Hıristiyanlara İsa gibi, Müslümanlıkla emrolunmuş peygamberler gönderildiği, onlar aracılığıyla kitaplar (Tevrat, İncil) indirildiği, bu kitaplarla kendilerine İslami buyruklar bildirildiği, fakat onların Tanrı ayetlerini inkar ettikleri, peygamberleri yalanladıkları, ayrılıklara düştükleri ve eğer İslam olacak olurlarsa doğru yolu bulmuş olacakalrı anlatılmakta. (Bkz. Al-i İmran Suresi, ayet 19-20; 65-78; Bakara Suresi, ayet 131-132. Vb.)
Yine Kur’an’da Yahudilerin ve Hıristiyanların yalana kulak verdikleri, durmadan haram yedikleri, kendilerine bildirilen Tanrı buyruklarına uymadıkları Muhammed’e baş eğmeyerek Tanrı’ya karşı geldikleri yazılı. (Bkz. Mide Suresi, ayet 44-47.)
Yine Muhammed’in söylemesine göre:
Yahudiler ve Hıristiyanlar, Tanrı’nın indirdiği din birliğini bozmuşlar, bu nedenle cehennemlik olmuşlardır; kurtuluşa çıkabilmek için Muhammed’i “Peygamber” bilip Kur’an’a uymaları gerekir. (Enbiya Suresi, ayet 92-93, 107; En’am Suresi, ayet 159; Mü’minun Suresi, ayet 53.)
Ve güya Kıyamet günü Allah, her Müslümana bir Yahudiyi ya da bir Hıristiyanı cehennem fidyesi olarak verecektir.
Güya Yahudiler havrada ve Hıristiyanlar kilisede Allah’a eş tutarak ibadet ettikleri için Tanrı’nın azabına uğramışlardır (Cin Suresi, ayet 18); Tanrı, cehennemdeki “Muhafız Melekler” sayısını 19 olarak saptamıştır ki, Yahudiler ve Hıristiyanlar Kur’an’ın Tanrı sözleri olduğuna inansınlar diye (Müddessir Suresi, ayet 30-31).
Ve güya Tanrı, yasaklarına baş eğmeyen Yahudileri “maymun” şekline dönüştürmüştür (Bakara Suresi, ayet 65-66; A’raf Suresi, ayet 16,166) ve Yahudileri lanetlemek üzere şöyle demiştir: “Bunlar (Yahudiler) Allah’ın lanetlediği kimselerdir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lanetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın...”(Nisa Suresi, ayet 46,51-52.)
Güya Yahudiler; “Allah’ın eli bağlıdır” diyerek fitne çıkarmışlar ve bu nedenle Tanrı’nın lanetlemesine uğramışlardır (Mide Suresi, ayet 64); kendilerine verilen Kitabı değişikliğe sokmak suretiyle sapıklığı seçmişler ve can yakıcı azabı, kendi eylemleriyle satın almışlardır (Bakara Suresi, ayet 174-176, Al-i İmran Suresi, ayet 23-26; A’raf Suresi, ayet 175-177); kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayıp öldürmüşler, Muhammed’i de öldürmek istemişler, bu nedenle Tanrı onları lanetlemiştir (Bakara Suresi, ayet 83, 87, 90,92; Al-i İmran Suresi, ayet 112); Allah’ın gazabına ve hışmına uğradıkları için, miskinliğe mahkum kılınmışlardır, İslam olmadıkları süre boyunca kendilerine vurulan zillet damgasından kurtulamayacaklardır (Al-i İmran Suresi, ayet 112); Müslümanları yoldan çıkarmak isteyen kimselerdir ve sapıklığı seçmişlerdir (Bakara Suresi, ayet 138).
Eğer bu yukarıdaki ( ve benzeri) buyruklara inanıyorsanız, iyi bir Müslüman olduğunuzu kanıtlamış olursunuz. Yok eğer: “Hayır bu tür hükümlerin hoşgörü ile ilgisi yoktur, bunlar Müslüman olmayanları (özellikle Yahudileri ve Hıristiyanları) aşağılamak için uydurulmuş şeylerdir” derseniz, kendinizi Müslümanlıktan uzak kılmış ve dolayısıyla sınavda sıfır almış olursunuz!
Soru: “Müslüman kişi olarak, din ve inanç farkı gözetmeden, tüm insanlar arası kardeşliğe ve sevgiye inanıyor musunuz?”
Eğer bu soruya: “Evet inanırım” şeklinde yanıt verecek olursanız, yine kafirlerden sayılıp, Müslümanlık sınavından kötü not almış olacaksınızdır. Çünkü İslamda tüm insanlar arası kardeşliği ve sevgiyi öngören hiçbir buyruk yoktur. Aksine insanın insana sevgisini yok eden buyruklar vardır. Şu bakımdan ki, bir kere İslam, sadece Müslümanlar arası sevgiye yer verir. Müslüman olmayanları “kafir” olarak hor görür, onlara, hem bu dünyada hem de gelecek dünyada azap hazırlar. Biraz yukarıda belirttiğimiz gibi, bu dünya yaşamı boyunca onlara, genelde ölüm azabını layık bulur. Bununla beraber bu uygulama onların “müşrik” ya da “Kitap verilmiş” olmalarına göre biraz farklıdır. Müşrikler, Tanrı’ya eş koşanlardır (puta tapanlardır), ki her nerede bulunurlarsa mutlaka öldürülmeleri gerekir (Bkz. Tevbe Suresi, ayet 5). “Kendilerine Kitap verilmiş” olanlar ise (ki bunların Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler olduğu bildiriliyor Kur’an’da), ya İslamı kabul etmek ya da eğer kabul etmeyecek olurlarsa, “cizye” (kafa parası) vermek zorunluluğundadırlar. Bunu da yapmayacak olurlarsa, uzerlerine saldırılması ve öldürülmesi gereken kimselerdir (Bkz. Tevbe Suresi, ayet 29).
Muhammed’in Tanrısı, “müşrikler” ve “kitaplılar” dışında, bir de “münafıklar” diye bir ayrım yapar ki, bunlar İslamı içtenlikle değil, sadece dış görünüşleriyle benimsemiş olanlardır.4
Muhammed’in söylemesineinsanlar arası kardeşlik göre “ sadece Müslümanlar arasında var olabilir. Örneğin Kur’an’da:
“...Mü’minler ancak kardeştirler...” (Hucurat Suresi, ayet 10) diye yazılıdır.
Ve güya Tanrı Muhammed’e: “...Mü’minler için (şefkat) kanadını indir” (Hicr Suresi, ayet 88) diye buyurmuştur.
Bu doğrultuda olmak üzere Muhammed, Müslüman kişilerin birbirlerine karşı, bir binanın taşları gibi destek olmalarını istemiş, şöyle demiştir: “...Mü’min, mü’min için, parçaları birbirini destekleyen bir bina gibidir.”
Bu söylediklerini biraz daha açıklığa kavuşturmak üzere parmaklarını birbirine geçirerek kenetlemiştir. 5 Müslümanların birbirlerini hor görmemelerini birbirlerine karşı kötülük beslememelerini, birbirlerini incitmemelerini, birbirlerinin canına ve malına ve ırzına göz koymamalarını bildirmek üzere de buyruklar bırakmıştır ki, bir iki örnek şöyle:
“Müslüman (kişinin) Müslüman kardeşini hakir görmesi kişiye şer olarak kafidir.”
“Her Müslümanın (canı, malı, ırzı) diğer Müslümana haramdır...”6
Muhammed, sadece can, mal ya da ırz bakımından değil, Müslümanların birbirleriyle darılmamalarını, birbirlerine arka çevirmemelerini, karşılıklı kin tutmamalarını, hasetleşmemelerini ve dargınsalar bu dargınlığı üç günden fazla uzatmamalarını emretmiştir. Örneğin bir Müslümanın diğer bir Müslümana “kafir” ya da “Allah’ın düşmanı” demesini günah saymıştır; buna karşılık Müslüman olmayanlara “kafir” ya da “Allah’ın düşmanı” denmesini uygun bulmuştur.
“Kim bir kimseyi ‘kafir’ diye çağırırsa veya ‘Allah düşmanı’ derse, (ve) bu şahıs dediği gibi değilse, sözü kendi aleyhine döner.”
“Bir kimse(Müslüman) kardeşine ‘Ey kafir’ derse, bu sözle ikisinden biri, küfre döner. Eğer dediği gibi ise doğrudur. Ancak doğru değilse, o söz kendi aleyhine döner.” 7
Müslümanların birbirleriyle küsüşmemelerini ve küsüşenleri barıştırmalarını anlatmak üzere, Hucurat Suresi’nin yukarıda değindiğimiz 10. Ayetine şunu eklemiştir:
“Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını (bulup) barıştırınız.” (Hucurat Suresi, ayet 10.)
Müslüman kişiler arasındaki dargınlıkların üç günden fazla sürmemesi için ayrıca hüküm getirmiştir ki, bunlardan birkaçı şöyle:
“Hiçbir Müslümana, kardeşini üç günden fazla terk etmesi helal olmaz. Kim üç günden fazla dargın olarak ölürse cehenneme gider.”
“(Müslüman) kardeşiyle bir sene dargın duran kimse, sanki kanını dökmüş gibidir.”8
Görülüyor ki Muhammed, kişiler arası iyi ilişkileri sadece Müslümanlar arası ilişkiler bakımından öngörmüştür. Buna karşılık Müslümanları, Müslüman olmayanlara karşı düşman, sert ve saldırgan kılmak için ne mümkünse her şeyi düşünmüştür.
Soru: “ Müslüman olmayanlarla (örneğin Yahudilerle ya da Hıristiyanlarla vb.) dostluk ve arkadaşlık kurmamayı, onlarla karşılaşıldığında selam vermemeyi ve onları yolun kenarına zorlamayı emreden hükümleri “insanlar arası kardeşlik ve sevgi” ilkeleriyle bağdaştırabilir miyiz?”
Eğer kendinize dost ve arkadaş edinirken, kişinin dinsel inançlarına değil, insaniliğine, akılcılığına ve fikirsel ve ahlaksal anlayışına önem veriyorsanız bu soruya elbette ki: “Hayır bağdaştıramam!” diye yanıt vereceksinizdir. Çünkü uygar ve aydın bir kimse olarak siz, insanlar arası ilişkilerde din ve inanç farkına bakmazsınız; sizin için önemli olan şey, karşınızdakinin insaniliğidir, akılcılığıdır, ahlakiliğidir. Ama ne var ki, yukarıdaki soruya “Hayır bağdaştıramam!” diye yanıt verdiğiniz taktirde Müslümanlık sınavından yine sınıfta kalmış olacaksınızdır, çünkü Muhammed, Müslümanların, Müslüman olmayanları dost edinmemeleri ve onları hakir görmeleri için her şeyi düşünmüştür. Bu maksatla Kur’an’a koyduğu ayetlerden biri şöyle:
“Ey Müslümanlar, Yahudileri ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin; onlar birbirlerinin dostudur. Sizden kim onlarla dost olursa, o da onlardandır.” (Maide Suresi, ayet 51; Al-i İmran Suresi, ayet 28; Nisa Suresi, ayet 144.)
Dikkat edileceği gibi, Yahudilerle ve Hıristiyanlarla dost olan Müslümanlar, “onlardan” sayılmakta, yani “kafir” olarak damgalanmaktalar! Bununla beraber Muhammed, bazı hallerde (daha doğrusu kafirlerle zarar gelebilecek hallerde), Müslümanlara, onlarla dostmuş gibi görünmeyi, yani iki yüzlü davranmayı salık vermiştir. Bu maksatla Kur’an’a koyduğu ayet şöyle:
“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kafirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır...” (Al-i İmran Suresi, ayet 28.)
Müslümanların, kafirlerle olan günlük ilişkileri konusunda Muhammed’in buyruğu şudur ki, Müslüman kişiler, Yahudilerle ya da Hıristiyanlarla karşılaştıkları zaman onlara selam vermemelidirler; daha doğrusu selam vermeye ilk başlayan olmamalıdırlar. Eğer sokakta giderken onlara rastlarlarsa yol vermeyip, onları yolun kenarına çekilmeye zorlamalıdırlar. Şöyle demiştir:
“Yahudi ve Hıristiyanlara selam vermeye başlayan ilk siz olmayın. Yolda onlardan biriyle göz göze gelince, onları yolun kenarına zorlayınız.”9
Bu tür buyrukları insanlar arası sevgi ve kardeşlik ilkeleriyle bağdaştırmak olası değildir. Ve işte eğer siz bu buyruklara karşı iseniz, bu taktirde Müslüman değil, kafirlerdensinizdir.
Soru: “Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı, Müslüman olmalarına kadar savaşmak, Müslüman olmadıkları taktirde onları “cizye” (kafa parası) vermeye zorlamak ve bu ikisinden birini yapmadıkları taktirde onları öldürmek gerektiğine dair buyrukları uygun bulur musunuz?”
Sanmam ki aydın bir kişinin aklından, bu tür buyrukları hoşgörü ve insanlık anlayışıyla bağdaştırabilecek bir düşünce geçmiş olsun. Ne var ki, “Bu buyruklar akla, vicdana ve ahlaka ters düşer” şeklindeki bir düşünceyi savunduğunuz an, Müslümanlık sınavından sıfır alacak ve ayrıca da İslam şeriatına göre kafir sayılacaksınızdır. Çünkü bu doğrultudaki buyruklar Kur’an’da yer alan buyruklardandır ve bunlara “Hayır” demek, Tanrı’yı ve Muhammed’i inkar etmek demektir. Şöyle ki:
Biraz önce değindiğimiz gibi, Kur’an’da, Tevbe Suresi’nin 29. ayetinde, Hıristiyanlardan ve Yahudilerden İslamı kabul etmeyenlere karşı savaşılması ve onların cizye (kafa parası) vermeye zorlanması gerektiği hakkında şu buyruk var:
“Ey mü’minler! Kendilerine Kitap verilip de Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığı şeyleri haram tanımayan ve hak dini (yani İslamı), din edinmeyen şu kimseler (Yehud ve Nasara yok mu, işte onlar) kendi elleriyle cizye (getirip) zelilane verinceye kadar onlara karşı cihad ediniz.” Tevbe Suresi, ayet 29.)
Görülüyor ki Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslam şeriatını din olarak kabul etmedikleri taktirde kendi elleriyle ve “zelilane” (aşağılanmış) şekilde kafa parası vermelidirler; aksi taktirde onlara karşı cihat açmak gerekir. Diyanet’in açıklamasına göre söz konusu “cizye” (kafa parası), hem onların “İslam diyarında oturmalarının karşılığı olan bir vergidir” ve hem de:”...Müslümanlıktan imtinalarının cezasıdır...”(Müslüman olmamalarının ceremesidir).
Ve yine Diyanet’in açıklamasına göre “cizye”nin ödenme şekli, Yahudilere ve Hıristiyanlara, Müslümanlıktan kaçınmış olmalarının kötülüğünü anımsatacak niteliktedir, çünkü bu parayı bizzat kendileri getirip aşağılanmış olarak ödemek zorunluluğundadırlar. Diyanet’in açıklaması aynen şöyle:
“...bu vergiyi deruhde eden muahidlerin vergilerini bizatihi kendileri getirip zelilane bir vezle vermelerinin şart kılınmış olması da bunu tey’id etmektedir ki, muahidlere her vergi verdikçe Müslümanlıktan imtinalarının fenalığı ihtar edilmiş olacaktır.”10
Burada geçen “muahidler” deyimiyle Yahudiler ve Hıristiyanlar kast edilmiştir. Tekrar belirtelim ki, bu aynı Diyanet yayınları’nda:“...Yalnız Allah’ın dini (İslam) kalana kadar (kafirlerle) savaşın...” (Bakara Suresi, ayet 193)
ya da:
“Kim İslamiyetten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir” (Al-i İmran Suresi, ayet 85)diye hükümler var: Ya da:
“Ey Müslümanlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin...Sizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır...” (Maide Suresi, ayet 51)şeklinde hükümler var. Ya da:
“...Müşrikleri nerede bulursanız öldürün...”
diye buyruklar var. Hatta ana-baba-çocuklar arasında (İslamdan başka bir inanca bağlı olmak bakımından) düşmanlıklar yaratan buyruklar var (Tevbe Suresi, ayet 23).
Bütün bunlar “İslami veriler” olarak ortadayken, yukarıdaki soruya “Bu buyruklar akla, vicdana ve ahlaka ters düşer” şeklinde yanıt verecek olursanız, hiç Müslümanlık sınavında başarı kazanabilir misiniz?
Soru: “
***
Soru: "Şu ya da bu şekilde İslamdan çıkanların öldürülmelerini uygun bulur musunuz? Örneğin: '.. Her kim dinini (ki Müslümanlıktır) değiştirirse onu hemen öldürünüz' ya da 'Dinini değiştiren ve cemaatten ayrılan kimsenin (kanının dökülmesi caizdir)' şeklindeki buyrukları insanlıkla, hoşgörü anlayışıyla ve insanlar arası kardeşlik ilkeleriyle bağdaştırır mısınız?"
Eğer akılcı bir eğitimden geçmişseniz, bu soruya "Hayır bağdaştıramam!" diye yanıt vereceksinizdir. Fakat bunu yapacak olursanız, Müslümanlık sınavını kaybetmek bir yana, Müslümanların saldırılarına uğrayarak yaşamınızı bile yitirmeniz mümkündür. Çünkü yukarıdaki buyruklar Muhammed'in ağzından çıkmış şeylerdir ve siz bu buyrukları kabul etmemekle Muhammed'e karşı gelmiş olmakta ve aslında kendinizi Tanrı'ya baş kaldırmış duruma sokmaktasınız.
Çünkü Kur'an'da, Muhammed'e baş eğmenin Tanrı'ya baş eğmek demek olduğu ve Tanrı'ya ve Elçisine karşı gelenlerin, hem yeryüzünde ve hem de gelecek dünyada çok büyük azaba uğrayacakları. yazılıdır. Eğer bu yukarıdaki soruyu "Evet bağdaştırırım, çünkü bunlar Muhammed'in ağzından çıkmış şeyledir" diyecek olursanız, iyi bir Müslüman olarak övünebilirsiniz.
Şöyle ki: Başta Diyanet yetkilileri olmak üzere din adamlarımız ve genel olarak
Islamcılarımız, Islamın, "şiddet ve terör yoluyla insanlara fiili saldırıda
bulunmayı yasakladığını", "sevgiyi, kardeşliği emrettiğini" vb. söylerler
ve bu tür sözleriyle "barış" ve "hoşgörü" zihniyetinin temsilciliğini yaparmış
gibi görünürler. Ne var ki bunu yaparken, insanlarımızı, İslamdan başka
din ve inançtan olanlara ya da Islamı eleştirenlere karşı düşman kılan,
bağnaz ruhla yetiştirmeye yeterli bulunan şeriat verilerini göz ardı ederler.
Yıllardan beri bu verileri sergilemekle meşgulüm. Bu vesileyle konuyu burada
tekrar ele almakta yarar bulmaktayım. Kuşkusuz ki, söylenmesi gereken şeylerin
tümünü burada, dar bir yazı çerçevesine sığdırmam olası değil. Fakat kısaca
fikir edinmek üzere bir iki örnek vermeliyim.
Bilindiği gibi "terör" sözcüğü, korku yaratmak, dehşet salmak, ölüm
saçmak gibi anlamlara gelir. Şimdi geliniz hep birlikte, Diyanet'in yayımladığı
Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi adlı serinin 8. cildinin
388. sayfasından, Islamı terk edenlerin öldürülmeleri gerektiğine dair
Muhammed'in şu buyruğunu okuyalım:
"... Her kim dinini (ki Müslümanlıktır) değiştirirse onu hemen öldürünüz.
"
Bu buyruk, "Dinini değiştiren ve cemaatten ayrılan kimsenin (kanının dökülmesi caizdir)" şeklindeki bir başka buyrukla bağlantılıdır. Diyanet'in aynı yayınlarının 10. cildinin 349. sayfasında, yukarıdaki buyruğun uygulanmasıyla ilgili örneklerden biri bulunmaktadır ki, Muhammed tarafından Yemen'e vali olarak gönderilen Muaz Ibn-i Cebel'in, Islamdan çıkan bir kişi hakkında: "Bu mürted öldürülmedikçe devemden inmem!" diye konuştuğunu içermekte. Onun bu konuşması üzerine o kişinin öldürüldüğü, bunun üzerine Muaz'ın devesinden indiği bildirilmekte!
Yine Diyanet Yayınları'nda; "Allah ve peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak, yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette de büyük azab vardır..." (Maide Suresi, ayet 33) şeklinde buyruklar bulunmakta. Burada "suç" diye anlatılmak istenen şey, sadece silahlı eşkiyalık gibi toplum ve devlet düzenini bozan davranışlar değil şeriatı şu veya bu şekilde eleştirici davranışları da kapsamakta. Bundan dolayıdır ki bugün, Islam ülkelerinde, Muhammed'i ya da Islamı eleştirmeye kalkışanlar, laikliği savunanlar ya da "Şeriat çağımızda uygulanamaz" diyenler "mürted" (dinden çıktılar) diye öldürülmüşlerdir; öldülmektedirler. Ülkemizin en değerli aydınları da, bu yukarıdaki buyrukların kurbanı olmuşlardır.
1400 yıl önce bu buyrukları yerleştirmiş olan Muhammed, kendini eleştirenleri ya da Islamı terk edenleri, "Tanrı'yı ve Muhammed'i inkar ettiler" gerekçesiyle insafsızca öldürtürdü. Onun o zamanlar yaptığını, bugün aynen tekrar edenleri siz şimdi "mürteci", "kara yobaz" ya da "terörist" olarak tanımlamaktayız!
Soru: "Din ve inanç farklılığı nedeniyle ana/baba/kardeşler ve çocuklar arası düşmanlık saçan ve örneğin: 'Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyarlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir' şeklinde olan buyrukları hoşgörü ilkeleriyle ve insan sevgisiyle bağdaştırabilir ya da Tanrı'dan gelme olarak kabul edebilir misiniz?"
Farz edelim ki ananız, babanız, eşiniz ya da çocuklarınız sizden farklı dinsel inançlara yönelmişlerdir. Diyelim ki, Evren'in Tanrı tarafından yaratılmış olduğuna inanmayıp Darvin kuramını benimsiyorlardır, Tanrı'nın varlığı konusunda kuşkuları (tereddütleri) vardır, dinlerin insanları birbirlerine düşman yaptığını savunmaktadırlar ya da Hıristiyanlığı, Yahudiliği ya da Budizmi vb. seçmişlerdir. Fakat her ne olursa olsun insanlık sevgisiyle dolu kimselerdir. Ve sizi (inancınız ne olursa olsun) bağırlarına basmışlardır. Bu kimseleri, farklı bir imana ya da inanca bağlıdırlar diye cehennemlik sayar mısınız? Kendinize yabancı tutar mısınız? Onlar için Tanrı'dan "mağfiret" (bağışlama) dileğinde bulunmayı günah sayar mısınız?
Eğer akılcı düşünceye sahip, insan sevgisiyle dolu ve hoşgörülü bir kimseyseniz, bu (ve benzeri) sorulara "Hayır!" diyerek yanıt vereceksinizidir. Çünkü sizin için önemli olan şey, kişinin dinsel inançları değil, insanlık değeridir. Ne var ki, bu tür bir yanıt sizin Müslümanlık sınavından sıfır almanıza, üstelik "kafir" ve "zalim" sayılmanıza yeterlidir.
Çünkü İslami anlayış: "Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir" (Tevbe Suresi, ayet 23) şeklindeki ayetler ve bu tür ayetleri getiren Muhammed'in "hadis" ve "sünnet" şeklinde bıraktığı ve kendinden verdiği örnekler üzerine oturtulmuştur. Diğer birçok yayınımızda değindiğimiz gibi Muhammed, kendisini bu dünyaya getiren anası Amine için Tanrı'dan mağfiret dilememiş ve daha doğrusu; "Anneme mağfiret dilemek (dua etmek) için Tanrı'dan izin istedim, Tanrı bana bu izni vermedi" şeklinde konuşmuş, babası Abdullah'ın cehennem ateşinde kavrulduğunu söylemiş ve kendisini küçük yaşından itibaren çocuğu gibi yetiştiren, koruyan ve ölümlerden kurtaran amcası Ebu Talib'i de cehennemlik bilmiştir. Bu olumsuz tutumuna sebep olan şey, anasının, babasının ve amcasının Islam imanında ölmemiş olmalarıdır. Kaynakların bildirmesine göre Amine, "müşrik" (putperest) ya da "Yahudi" olarak ölmüştür; ölümü tarihinde Muhammed 6 yaşındaydı. Muhammed'in babası Abdullah, Arap "müşriklerdendi" ve öldüğü zaman Muhammed yeni dünyaya gelmişti. Daha başka bir deyimle Muhammed'in anası ve babası, her ikisi de, daha henüz ortada Islamiyet diye bir şey yokken ölmüşlerdir, çünkü Muhammed, kırk yaşındayken kendisini "Peygamber" olarak ilan etmiş ve Islamı yaymaya başlamıştır. Bu hale göre Amine ile Abdullah'ın Müslüman olarak ölmeleri mümkün değildi. Yani, İslam imanında ölmemiş olmaları nedeniyle, kendilerine hiçbir suç ya da sorumluluk yüklenemezdi. Ama buna rağmen Muhammed onları, İslam olarak ölmediler diye, mağfiret dilenilmeyecek kimseler olarak görmüştür.
Amcası Ebu Talib'e gelince, Ebu Talib, Kureyş'in ileri gelenlerinden biri olup son derece iyi kalpli, hoşgörülü, yardımsever ve çevresi tarafından sevilen ve sayılan bir kimseydi. Öylesine hoşgörülüydü ki, farklı din ve inanca bağlı olanlara karşı sevgi kanatlarını açmıştı. Örneğin kendisi puta tapanlardan olmakla beraber Muhammed'in, müşriklere (puta tapanlara) karşı düşmanlık beslemesine aldırış etmez ve onu müşriklerin saldırılarından korurdu. Bu işi ölünceye kadar yapmıştır. Öte yandan, Ebu Talib'in Ali, Cafer, Akil ve Talib adında dört çocuğu vardı ve bu dört çocuktan ikisi (Ali ile Cafer) Müslümanlığı seçmiş, diğer ikisi (Akil ile Talib) putperest olarak kalmayı tercih etmişlerdi. (Sahih-i Buhari Muhtasarı Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, c.VI, sf.101, Hadis No: 785 ve c.X, s.308). Böyle olduğu halde Ebu Talib, çocukları arasında ayırım yapmamış, hepsini de bağrına basmıştır. Kendi bağlı bulunduğu dinsel inancın dışında kalanlara sevgi ve şefkat göstermekten geri kalmamıştır. Müslümanlığı seçen oğullarının (Ali ile Cafer'in) ve Muhammed'in inançlarına saygı göstermiştir. Söylendiğine göre Muhammed, Mekke dönemindeyken Ebu Talib'in koruması sayesindedir ki yaşamını sürdürebilmiştir. Ne var ki kendisine babalık eden, kendisini ölümlerden koruyan Ebu Talib'i, İslamdan başka bir inançta öldü diye, cehennemlik bilmiştir. Ve Müslüman kişilerin de kendisi gibi yapmaları için, yani Müslüman imanında ölmeyen ana, babaları ve yakınları hakkında mağfiret dilememeleri için şöyle demiştir: "Kafir olarak ölen Cehennemliktir, ona şefaatin ve Tanrı'ya en yakın olanların akrabası olmanın faydası yoktur. " (Bkz. Müslim, e's-Sa/ih, "İman" bölümü). Kur'an'a da şunu koymuştur: ". .. Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun..." (Lokman Suresi, ayet 33.)
Yani Muhammed'in söylemesine göre güya Tanrı bildirmiştir ki Müslüman
kişi, kafir olan çocuklarına ahirette şefaatte bulunamayacağı gibi, Müslüman
imanında bulunan çocuklar da, kafir olarak ölmüş babalarına (ya da analarına)
şefaatte bulunamayacaklardır. Bu doğrultuda olmak üzere Kur'an'a ayrıca
şu tür ayetler koymuştur:
"(Kafir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan
sonra, akraba dahi olsalar (Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek ne
peygambere yaraşır ne de insanlara." (Tevbe Suresi, ayet 113.) (Kuran'dan bazı
örnek ayetler için burayı tıklayınız).
Islam kaynaklarının açıklamalarına göre, bu ve biraz yukarıda belirttiğimiz Tevbe Suresi'nin 23. ayetleri, Muhammed'in anası Amine'nin ya da amcası Ebu Talib'in ölümleri üzerine "inmişti!". Hemen ekleyelim ki Muhammed, Müslüman olmayarak ölen anaya, babaya, eşlere ya da kardeşlere vb. "mağfiret" dilemeyi yasaklamakla kalmamış, onlara karşı yeryüzü yaşamları boyunca da tam bir düşmanlık yaratmıştır. Bu maksatla koyduğu ayetlerden biri şöyle: "Ey iman edenler! ... İçinizden onlara sevgi gösteren kimse şüphesiz doğru yoldan sapmıştır... Yakınlarınız, çocuklarınız size Kıyamet gününde bir fayda veremezler. Allah, onlarla sizi ayırır..." (Mümtehine Suresi, ayet 1-3).
Burada geçen "onlara" sözcüğü, "ana-baba-çocuklar ve yakınlar" anlamınadır. Bundan dolayıdır ki, Muhammed zamanında, Müslüman kişiler, Müslüman olmayan karılarını boşamışlar, çocuklarını evlatlıktan çıkarmışlar ya da birbirerine karşı savaşıp boğazlaşmışlardır. Hemen. anımsatalım ki, Muhammed bu düşmanlığı, daha ilk başlarda, yani kendisini "Peygamber" olarak ilan ettiği andan itibaren yerleştirmeye başlamış, Medine'ye hicret ettikten sonra iyice pekiştirmiştir.
Bu tür buyrukları ve bu olumsuz zihniyeti "hoşgörü" anlayışıyla, insan sevgiityle (ve hele ana-baba-kardeş-çocuklar- yakın akrabalar arası ilişkilerle) bağdaştırmak olası değildir. Ne var ki, bunu söylediğiniz an siz, Müslümanlık iddiasında bulunamazsınız, çünkü Islamın bu temel ilkelerine ters düşmüş olursunuz. (Bu konuda bkz: Ilhan Arsel'in "Kur'an'ın Eleştirisi", "Muhammed'e Göre Muhammed", "Şeriat ve Kadın" adlı kitapları).
Kaynak: İlhan Arsel, Müslümanlık Sınavı, Kaynak Yayınları
| Bölüm 1 | Bölüm 2 | Bölüm 3| Bölüm 4 | Bölüm 5 | Bölüm 6|
Hurafeler, batıl inançlar, masallar ve aklı
dışlayan sorunlar konusunda birkaç soru
Hukuk ve ahlak anlayışıyla ilgili bazı
sorular
Tanrı kavramıyla ilgili bazı sorular
Hoşgörü ve insan sevgisi konularında birkaç
soru
Islam ve kadın konusunda bazı sorular
Islam şeriatının tarihî Türk düşmanlığı konusunda birkaç soru
Islamiyet Gerçekleri